Toplumsal Yapı İçerisinde Cinsiyet Kültürü

Her toplumda mevcut kültürel yapı içerisinde “Kadın ve erkek nasıl davranır? Nasıl giyinir? Kadınlara ve erkelere özgü alışkanlıklar ve uğraşılar nelerdir?” gibi soruların farklı cevapları bulunur. Kültürel yapının vermiş olduğu bu cevap farklılıkları aynı zamanda cinsiyetlerin toplum içerisindeki konumlanışına ve şekillenmesine de etki ederek bir farklılık doğurur. Kültürün cinsiyetlere yönelik bölümü, bir toplumda “cinsiyet kültürü”nü oluşturur. Cinsiyet kültürü bir manada kültürün cinsiyetlerle alakalı hususlarda kendini ifade etme biçimidir. Genel olarak paylaşılan ortak kültürün, cinsiyetlere yönelik uygun gördüğü tavırlar, tutumlar ve değerler, bu çerçevede gelişen cinsiyet ve toplumsal cinsiyet gibi nitelemeler, cinsiyet kültürünün içerisinde yer alır.

İşte bir toplumdaki cinsiyet ilişkileri, yukarıda ifade edilen kültürel yapının, değerlerin ve geleneklerin bir yansımasıyla meydana gelir (Mukhopadhyay, 2002: 367-368). Cinsiyet kültüründen bağımsız gerçekleşmeyen cinsiyet davranışı ise, bu daire içerisinde yer alan cinsiyet değerlerinin ve tutumlarının tesiri altında gerçekleşir (Humphrey vd., 1969: 333). Bu çerçevede cinsiyetin sosyal ve kültürel bir olgu olduğunu kabul eden “cinsiyet kültürü”, bireye ve toplumsal ilişkilere yönelik geniş bir çerçevede yer alır. Cinsiyet kültürü, bir toplumda kadına ve erkeğe yönelik tanımlamaları, bunlara ilişkin imajlar, davranış kalıpları, cinsiyete dair kimlikler, cinslerin bir birlerine karşı olan ilişki biçimleri, tutumları, evlenme adetleri, aile tipleri, güzellik anlayışları, giyim kuşamlarını da içine alan çok geniş bir alanı ifade eder (Türköne, 1995: 14). İnsanların hayatlarını sürdürürken bu değerlere kayıtsız kalması söz konusu değildir. Bu itibarla cinsiyete yönelik toplumun ve kültürün ileri sürdüğü tutumlar ve değerler, insanlar üzerinde denetleyici, sınırlandırıcı ve rehberlik edici bir şekilde pek çok işlevi yerine getirirler. Toplum insanlardan bu rolleri yerine getirmesini beklemektedir.

 Cinsiyet kültürünün oluşması bu konudaki kültürel rol ve beklentilerin öğrenilmesine ve yerine getirilmesine bağlıdır. Cinsiyet rolleri, belirli bir kültürdeki kadınlarla ve erkeklerle alakalı olan davranışlara, inançlara ve değerlere, kültürel beklentilere, sosyal olarak tanımlanan özelliklere işaret eder (Newman, 2002: 353). Her kültür, kendi içerisinde kadının ve erkeğin davranışlarını tayin eden cinsiyete yönelik belirli statü ve rollere sahiptir. Hangi alanda olursa olsun statü ve roller toplum içerisinde ayırıcı özelliklere işaret ederler (Dönmezer, 1988: 165). Bu özelliklerin ortaya çıkışı ise o statüye bağlı olan rollerin gerçekleştirilmesiyle mümkün hale gelir. Zira roller sosyolojide ifade edildiği üzere statüler tabidirler (Erkal, 1996: 29). Roller arkasında pek çok değeri barındırır ve aynı zamanda belirli bir statüde yer alan bireyden gerçekleştirilmesi istenen davranışları ve toplumsal beklentileri gösterir (Arkanoç, 1993: 40). Dolayısıyla bir toplumdaki cinsiyet rolleri o toplum içerisinde kişilerin sahip oldukları cinsiyetlere göre toplumun beklentilerini ifade eden, alışkanlık, hal, tavır ve değerleri içinde taşır.

Cinsiyetlere yönelik toplumun değerlerindeki farklılaşma, bazen daha yolun başında cinsiyetlerin belirlenmesinde ortaya çıkarak, bu konudaki kültürün tesirini ve önemini bize göstermektedir. Örneğin Kuzey Amerika yerlileri olan Zuni kabilesinde, cinsiyeti belirlerken, sonradan değişebileceğine yönelik inançtan dolayı, doğum sonrasında cinsel organın ve biyolojik yapının görünümüne dikkat edilmez. Bebeğin cinsiyetini belirlemek için beklenilir ve sonradan kabile içerisinde karışık ritüeller uygulanır (Newman, 2002: 354). Bu durum kültür içerisinde cinsiyetin tespiti ile alakalı farklı değer hükümlerinin geliştirilmiş olmasından kaynaklanmaktadır.

 Toplumsal sistem içerisindeki cinsiyetlere yönelik bakış açısı ve bu konudaki değer hükümleri toplumdan topluma, zamandan zamana farklılaşabilmektedir. Örneğin MÖ. Atinalı Solon, genelevleri açtığı için, erdemli olmayı dillerinden düşürmeyen yöneticiler tarafından “devlet kurtarıcısı” olarak ilan edilmiştir ( Wells, 1997: 14). Toplumumuzda evlilik teklifini genellikle erkekler yapar veya teklif erkekten beklenir. Erkek tarafı çikolatasını, şekerini alarak kız tarafına kız istemeye gider. Ama hiçbir zaman kız tarafı, erkek tarafına erkek istemeye gitmez. Oysa Malinowski’nin (1990: 127) de belirttiği gibi Meksiko’daki Zuni yerlilerinde ve Trobriand adalarında kadın aktiftir. Burada cinsiyetler arasında cinselliğe ait o kültüre mahsus belirli ilişki kalıpları ve düzeni vardır. Başka bir toplumda eşin haricindeki farklı ilişkiler cinayet sebebi olabilirken, Eskimolarda erkek karısını misafirine sunduğu en güzel bir ikram olarak kabul eder. Mısır’da günümüzde bile erkekler sokakta el ele tutuşarak gezebilirken, bu durum toplumumuzda farklı çağrışımlara ve anlamalara sebep olur.

Cinsiyetlere yönelik atfedilen önem ve değerlendirmeler Batı toplumunda da farklı bir seyir izlemektedir. Çoğu zaman özlemle anılan ve “Yitirilmiş Cennet” (Sartori, 1991: 162) olarak tabir edilen Eski Yunan’da erkek, ayrıcalıklı olarak doğuştan bazı hakları elde ederek yönetime katılırken, kadın dışlayıcı bir şekilde oy hakkı görülmemiş ve geri plana itilmiştir. Kadınlar, köleler, metekler (yabancılar), delilerle birlikte değerlendirilerek dikkate alınmamıştır (Dahl, 1995: 353; Sarıbay, 1994: 95). Yine ilerleyen tarihi süreç içerisinde Batıda genel olarak cinsiyetlere özgü farklı tutum ve tavırlar gelişmiştir. 18.yy da Avrupa’da, özellikle de Londra’da “oğlancılık” ve “fahişelik” yaygın bir durum olarak görülmüştür. bu süreçte iki cinsel vücut ama üç farklı cinsiyet grubu ortaya çıkmıştır. Kadınlar ya fahişe veya aristokrat olarak kabul edilirken, erkekler arasında oğlancılığın yayılması ile birlikte yeni bir cinsiyet kimliği belirmiştir (Trumbach, 1991: 186-193). 19.yy sonlarında özellikle Fransa’da ise burjuva ve aristokrat kadınlar arasında saplantı derecesinde çalma hastalığı (keleptomani) görülmüştür. 19.yy Avrupa manzaralı tablolarda çalma hastalığını ve fahişeliği gösteren tablolar yoğunluktadır. Emile Zola’nın “Nana”sından, Edovard Manet’in “Olympia”sına kadar yüzyılın önemli ve yetenekli ressamları tarafından fahişelik vurgulanmıştır. Fahişelik imgesiyle kadın alınıp satılan ticari bir meta haline dönüşmüş ve Ortaçağ Batı dünyasında kadın hem satıcı hem alan, hem de satan konumunda bulunan bir cinsiyet özelliğine sahip olmuştur (Robert, 1998: 817-823). Batıda bu tarihi seyirde de görüldüğü üzere farklı cinsiyet özellikleri ortaya çıktığı gibi, genel olarak toplum içerisinde kadının erkeğin karşısında, tutuna bileceği her hangi bir toplumsal rolü ve söz hakkı da bulunmamıştır.

 Dünya üzerinde bir başka kültür dünyasını kuran ve yaşayan Eski Türklerde ise cinsler arası ilişkiler ve cinsiyete yönelik değerler, yazılı olmasa da bir kanun hükmünde olan töre tarafından belirlenirken, cinsiyetlerin bir birine yönelik hakları da saklı kılınmıştır. Erkeğin kadın üzerinde hakkı olduğu gibi, kadının da erkek üzerinde hakları kabul edilmiştir. Eski Türklerde kadın, şerefin, namusun simgesi olarak çok değerli görülmüş, erkeğin tamamlayıcısı olarak daima sosyal hayat içerisinde onun yanında yerini almıştır. Böylelikle gerek aile içerisinde ve gerekse sosyal hayatta kadın, faal bir rol oynamıştır.

Türkler istisnalar haricinde tek kadınla evlenmiş, evlenilecek kız dışardan yani egzogami kaidesi uyarınca, yedi veya dokuz göbek uzaktan seçilmiştir. Burada evlenecek kızların rızalığı esas alınırken, (Eröz, 1991: 301-302) erkek mabet kabul edilen ailesinin sorumlusu olarak görülmüştür. Bu doğrultuda Türk aile yapısında, geleneksel ailenin bir özelliği olarak aile içi kararların, baba otoritesi tarafından verildiği belirtilmektedir (Saran, 1975: 34). Ancak bu kadının tamamıyla sosyal hayat sahası içerisinde olmadığı anlamına gelmez. Eski Türk toplumlarında ve özellikle göçebelik dönemlerinde kadın, erkeğin üstlendiği çoğu rolü üstlenmiş ve cemiyet hayatına aktif olarak katılmıştır. Kadının erkek gibi ata binip, ok atıp ve kılıç kullandığı ifade edilmektedir (Doğramacı, 1992: 3). Eröz ve Güler (1999: 4-5) de Fransız etnolog Grenard’a dayanarak, tarihi süreçte Türk kadınının kocasının yanında sadece ev içerisinde değil, aynı zamanda tarlada ve pazarda hayat arkadaşı ve yardımcısı olduğunu, kadının iktisadi ve hukuki hürriyetinin de bulunduğunu belirtmektedir. Burada kadının ve kocasının aile içerisinde farklı mallara sahip olabileceği, boşanma halinde kadının sadece baba evinden getirdiği malları değil evlilik esnasında kazanılan malları da isteyebileceği ifade edilmektedir. Yine eşler arasında karşılıklı şefkat, sevgi ve saygı bulunmakla birlikte, manevi bağlar ve dayanışma Türk ailesi içerisinde oldukça önemli bir yere sahip olmuştur.

 Toplumsal yapının statik olmaması değişimlere açık, dinamik bir yapı karakterinde olması, bünyesinde yer alan sosyal ilişkilerin ve değerlerin de zamanla etkilenmesine ve değişmesine neden olmaktadır. Bu çerçevede toplumsal davranışların önemli bir belirleyicisi olan cinsiyetle alakalı roller ve değerler de zamanla çeşitli faktörlerin etkisiyle değişebilmektedir. Bunların başında, toplumsal ve kültürel yapıları köklü ve önemli değişmelere zorlayan modernleşme ve küreselleşme süreçlerinin yarattığı etkiler gelmektedir.

Modern zihniyet ve sosyal koşulları ile birlikte kadınların çalışma hayatına girişi ve eğitim durumlarındaki yükselme, erken evlenmelerde ve çocuk sahibi olmada bir azalmaya tesir etmiştir. Bu durum, kadının geleneksel rollerinde önemli değişmeleri doğurmuştur. Ayrıca bu süreçteki edinilen eğitim imkânları ve kadınların iş hayatına girmesi cinsiyet rollerinin algılanmasında ve yeniden şekillenmesinde etkili olmuştur (Tallichet and Willits, 1986: 219-220). Kadınlar bir yandan aile içerisinde kararlarda ve bazı rollerde daha aktif olurken, diğer taraftan üstlendiği geleneksel rollerini de toplumsal kurumlara ve yapılara devretmiştir.

 İş bölümü açısından geleneksel toplumda ev içi işleri gerçekleştiren kadın, artık modern sosyal hayat içerisinde erkeklerle benzer işlerde çalışmaya başlamış ve cinsiyet rolleri birbirine yakınlaşmıştır. Modern toplumlarda iş hayatına atılan kadın, sosyal hayat içerisinde kendisini daha fazla gösterirken, artan sorumlulukları beraberinde yeni problemlerin de doğmasına neden olmuştur. Geleneksel rollerin henüz tam olarak değişmediği ve aile içi ilişkilerde geleneksel rollerin sürdüğü bir ortamda kadınların çalışması, ev içi sorumluluklarına ek bir yükü de beraberinde getirmiştir. Bu sürece yeteri kadar destek çıkmayan ve değişimi gerçekleştiremeyen eşler arasında çoğu zaman çatışmalar ve huzursuzluklar yaşanmıştır. Burada mağdur olan ise çoğu zaman ailenin en küçük üyeleri çocuklar olmuştur.

Günümüzde meydana gelen küreselleşmenin etkileri ile birlikte kadınların hayatlarında ve sosyal ilişkilerinde önemli değişmeler meydana gelmiştir. Küreselleşmenin kışkırtıcılığı ile şekillenen popüler kültür özellikle kadınların toplumsal rollerine büyük darbeler vurmakta; kâr amaçlı tüm stratejilerde onu metalaşmış bir figüre dönüştürmektedir. Burada cinsiyet rollerinden ve değerlerinden ziyade kadının cinsel tarafı ve boyutu öne çıkarılmaktadır. Kadın, tüketimizm ve popüler kültür içerisinde, cinsel arzular ve istekler temelinde köle gibi kullanılmak istenmektedir (Wark¸ 1997: 41-45). Popüler kültürün bu hoyratlığı, aile hayatı üzerinde baskı uygulamakta, aile içi ilişkilerde, cinsiyet rollerinde ve otoritede önemli değişmelere sebep olmaktadır (Frederiksen, 2000: 209-222). Bir zamanlar bez bebeklerle oynayarak annelik rolünü ve duygularını daha küçücük yaşlarda öğrenen kız çocuklarına, bu gün popülerleştirilen Barbie bebeklerin pırıltılı dünyasında yeni değerler kazandırılmaya çalışılmaktadır.

KAYNAK:  Ersan ERSOY. CİNSİYET KÜLTÜRÜ İÇERİSİNDE KADIN VE ERKEK KİMLİĞİ (Malatya Örneği). Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi. Cilt: 19, Sayı: 2, Sayfa: 214-218, ELAZIĞ-2009.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder